31 Ağustos 2011 Çarşamba
Venedik Film Festivali Başlıyor
Venedik Film Festivali bugün başlıyor.Açılış filmi George Clooney'nin son filmi The Ides of March olacak.Ayrıca Altın Aslan için yarışacak olan filmin en güçlü diğer rakipleri ise Steven Soderbergh'in Contagion, Polanski'nin Carnage ve Madonna'nın W.E. filmi.Jüri başkanlığının Darren Aronofsky tarafındna yapılacak olan festivalde jüri üyelerinden biri de ünlü oyuncu Serra Yılmaz.
29 Ağustos 2011 Pazartesi
The Last Emperor
88 yılında 9 oscar ödülü kazanan Mançuryalı son impratorun Pu Yi'nin hüzünlü hayatını anlatan Bertollucci'nin en düz ama en görkemli filmi denebilir Son İmparator için.Çocuk yaşta daha konuşmayı bile beceremezken tahta geçmek zorunda kalan Pu Yi önce annesinden koparılır,sonrada hayattan izole edilir.Mutsuz ve daha birşeyden haberi olmayan çocukluk döneminin ardından,gücün farkında olduğu gençlik dönemi ve daha sonrada gücün elinden alındığı orta yaş dönemiyle dramatik bir yaşamı var oalcaktır.
Filmin en başında ana kraliçenin aniden ölmesiyle zaten onun hükümdarlığında ülkenin iyiye gitmeyeceği belli oluyordu ve böylede oldu.Yaşının küçük olması sebebiyle kendi karar veremediği için hep etrafındakiler onun yerine karar veriyodu ve bu şekilde çıkarcılar, imparatorluğu içten yavaş yavaş sömürüyordu.Büyüyüp aklı başına geldiğinde ve bu gerçekleri öğrendiğinde artık çok geçti.Çin'de devrim olmuştu ve yasak şehirde yer alanlar haliyle devrime karşı gelen insan pozisyonundalardı.Daha sonra gücün esiri olup kendi ülkesini kurtarıp,hükümdarlığı tekrar getirmek için Japonlar'la birlikte hareket etmek istesede istediğini bulamayacaktır.
Çin'in imparatorluktan cumhuriyete geçişini,Japonya-Çin Savaşı'nı ve bir dönemin kapalı kapılar arkasındaki gerçeklerini göstermesi adına çok önemli bir film.Özellikle yasak şehirde çalışanların hadım edildiğini öğrendiğimde oldukça şaşırdığımı belirteyim.Ayrıca yasak şehirde çekilen ilk batılı film olmasıda filmin diğer bir önemli anektodu.Bütün bunların dışında filmin uzun süresi hemen hemen bütün önemli karakterlerin derinine inilmesine olanak sağladığı için dram olarak beklenileni veriliyor.Ayrıca impratorluk yılları ve yapılan devrimden sonraki yılları gösterek iki ayrı bölüm üzerinden ilerleyen kurgu, ilgiyi ayakta tutmayı başarmış.Yönetmenin bu kadar figüran oyuncuyu bir arada kullanması büyük başarı.Gandhi filminden sonra sanırım ilk defa bu kadar figüranın bir arada muntazam bir şekilde yönetildiği film izledim.Kostüm,görüntü yönetmenliği,sanat yönetmenliği dallarında filmin çok net,gözle görülebilir başarısı mevcut.Zaten bunun neticesinde zayıf filmlerin yarıştığı 88 yılında 9 oscar kazanmasına şaşırmamak gerekiyor.
Filmin en başında ana kraliçenin aniden ölmesiyle zaten onun hükümdarlığında ülkenin iyiye gitmeyeceği belli oluyordu ve böylede oldu.Yaşının küçük olması sebebiyle kendi karar veremediği için hep etrafındakiler onun yerine karar veriyodu ve bu şekilde çıkarcılar, imparatorluğu içten yavaş yavaş sömürüyordu.Büyüyüp aklı başına geldiğinde ve bu gerçekleri öğrendiğinde artık çok geçti.Çin'de devrim olmuştu ve yasak şehirde yer alanlar haliyle devrime karşı gelen insan pozisyonundalardı.Daha sonra gücün esiri olup kendi ülkesini kurtarıp,hükümdarlığı tekrar getirmek için Japonlar'la birlikte hareket etmek istesede istediğini bulamayacaktır.
Çin'in imparatorluktan cumhuriyete geçişini,Japonya-Çin Savaşı'nı ve bir dönemin kapalı kapılar arkasındaki gerçeklerini göstermesi adına çok önemli bir film.Özellikle yasak şehirde çalışanların hadım edildiğini öğrendiğimde oldukça şaşırdığımı belirteyim.Ayrıca yasak şehirde çekilen ilk batılı film olmasıda filmin diğer bir önemli anektodu.Bütün bunların dışında filmin uzun süresi hemen hemen bütün önemli karakterlerin derinine inilmesine olanak sağladığı için dram olarak beklenileni veriliyor.Ayrıca impratorluk yılları ve yapılan devrimden sonraki yılları gösterek iki ayrı bölüm üzerinden ilerleyen kurgu, ilgiyi ayakta tutmayı başarmış.Yönetmenin bu kadar figüran oyuncuyu bir arada kullanması büyük başarı.Gandhi filminden sonra sanırım ilk defa bu kadar figüranın bir arada muntazam bir şekilde yönetildiği film izledim.Kostüm,görüntü yönetmenliği,sanat yönetmenliği dallarında filmin çok net,gözle görülebilir başarısı mevcut.Zaten bunun neticesinde zayıf filmlerin yarıştığı 88 yılında 9 oscar kazanmasına şaşırmamak gerekiyor.
28 Ağustos 2011 Pazar
Stardust
Fantastiktür tür sinemada da edebiyatta da en çok rağbet gören tür olmuştur yıllardır.Bunun en büyük sebebi kendimizin tasarlamadığı bir dünya görmek ve bu dünyadan kısa sürelide olsa kaçabilmek.O yüzdendir ki her küçük çocuk masalları sever.
Bu filmde bir çeşit masal benim gözümde.Kendi kurduğu dünyada ve o dünyanın kuralları çerçevesinde gayet tutarlı,iyi kotarılmış bir yapım.Görsel efektlerin bolluğu,güzel bir aşk hikayesi,maceranın hız kesmemesi ve iyi oyuncuların bulunması filmin seyir zevkinin bir hayli yüksek olmasına vesile olmuş.Karakterlerin fazla derinine inilmemiş olsa da bu tarz filmlerden hepimizin beklentisi o anda iyi şeyler hissetmek olduğu için bu durum göze batmıyor.
Michelle Pfeiffer ve Robert De Niro gibi benim iki sevdiğim oyuncunun aynı filmde olmasıda ayrı bir güzellik olmuş.Yıllardır Al Pacino mu Robert De Niro mu tartışması süre gelirdi ya hani.Bu filmi izleyince bir kere daha De Niro'nun ne kadar üst düzey olduğunu ve Al Pacino'dan daha iyi olduğunu gördüm.Bir gay rolünde görmediğimiz kalmıştı onu da görmüş olduk.Filmin en eğlenceli sahneleri onun kadın kostümleri giydiği sahneydi.Pfeiffer da yıllar geçmesine rağmen güzelliğinden zerre kaybetmemiş ve bu filmdeki cadı rolüne cuk diye oturmuş.Fantastik türü seven sevmeyen herkesin zevkle izleyebileceği,izlerkende sürenin bir çırpıda geçtiği hoş bir film.
Bu filmde bir çeşit masal benim gözümde.Kendi kurduğu dünyada ve o dünyanın kuralları çerçevesinde gayet tutarlı,iyi kotarılmış bir yapım.Görsel efektlerin bolluğu,güzel bir aşk hikayesi,maceranın hız kesmemesi ve iyi oyuncuların bulunması filmin seyir zevkinin bir hayli yüksek olmasına vesile olmuş.Karakterlerin fazla derinine inilmemiş olsa da bu tarz filmlerden hepimizin beklentisi o anda iyi şeyler hissetmek olduğu için bu durum göze batmıyor.
Michelle Pfeiffer ve Robert De Niro gibi benim iki sevdiğim oyuncunun aynı filmde olmasıda ayrı bir güzellik olmuş.Yıllardır Al Pacino mu Robert De Niro mu tartışması süre gelirdi ya hani.Bu filmi izleyince bir kere daha De Niro'nun ne kadar üst düzey olduğunu ve Al Pacino'dan daha iyi olduğunu gördüm.Bir gay rolünde görmediğimiz kalmıştı onu da görmüş olduk.Filmin en eğlenceli sahneleri onun kadın kostümleri giydiği sahneydi.Pfeiffer da yıllar geçmesine rağmen güzelliğinden zerre kaybetmemiş ve bu filmdeki cadı rolüne cuk diye oturmuş.Fantastik türü seven sevmeyen herkesin zevkle izleyebileceği,izlerkende sürenin bir çırpıda geçtiği hoş bir film.
Leonardo DiCaprio ve Martin Scorsese ortaklığı devam ediyor
Bundan önce Gangs of New York,The Aviator,The Departed ve Shutter Island filmlerinden birlikte çalışan ikili bu seferde The Gambler projesinde birlikte olmaya hazırlanıyor.1974 tarihli başrolünde James Caan'ın oynadığı filmin bir remake versiyonu olacak filmin senaryosunu The Departed filmiyle oscar kazanan William Monahan yazacak.The Departed filmiyle hem yönetmenin hem senaristin oscar kazandığını düşünecek olursak bu filminde çıktığı yıl oscar yarışında adı geçeceğe benziyor.Scorsese'nin de Dicaprio'ya oscar kazandırtmadan içinin rahat etmeyeceğini ikilinin bu 5. proje haberiyle görmüş olduk.
27 Ağustos 2011 Cumartesi
Luc Besson'un son filmi The Lady Roma Film Festivali'nin açılış filmi olacak
Ödül sezonu yaklaştıkça hergün çeşitli festivallerden haberler alıyoruz.Kariyerinde çok iyi filmler bulunsada son yaptığı filmlerle çok büyük düşüş yaşayan Luc Besson'un yaptığı son film The Lady 27 Ekim'de başlayacak olan Roma Film Festivali'nin açılış filmi olacak.
Filmin konusu ise Birmanya'nın barışçı lideri olan ve Nobel Barış Ödülü kazanmış olan Aung San Suu Kyi 'nin ülkesindeki seçimleri kazanmasına rağmen haksız yere tutuklanmasını ve bu sürede kocası olan İngiliz Michael Aris'le olan ayrılık sürecinde yaşadıkları anlatılacak.Filmde başrollerde Harry Potter serisinden aşina olduğumuz David Thewlis ve Kaplan ve Ejderha filminden tanıdığımız Michelle Yeoh yer alıyor.Filmin dünya prömiyeri ise Toronto Film Festivali'nde yapılacak.
Filmin konusu ise Birmanya'nın barışçı lideri olan ve Nobel Barış Ödülü kazanmış olan Aung San Suu Kyi 'nin ülkesindeki seçimleri kazanmasına rağmen haksız yere tutuklanmasını ve bu sürede kocası olan İngiliz Michael Aris'le olan ayrılık sürecinde yaşadıkları anlatılacak.Filmde başrollerde Harry Potter serisinden aşina olduğumuz David Thewlis ve Kaplan ve Ejderha filminden tanıdığımız Michelle Yeoh yer alıyor.Filmin dünya prömiyeri ise Toronto Film Festivali'nde yapılacak.
Tokyo Monogatari
Japon sinemasının en önemli filmlerinden biri olarak kabul edilen Tokyo Hikayesi,adına ilk dikkat edildiğinde Tokyo da geçen bir hikayeyi anlattığı ve bizi pek ilgilendirmediği hissiyatı verebilir.Ama filmin başarısı zaten şuanda bile içinde bulunduğumuz sanayileşmeyle birlikte, şehire göçen insanlarda meydana gelen geçmişini unutma ve tüketici toplumun getirdiği hızlı yaşama alışkanlığı nedeniyle kopan aile bağları gibi toplumsal sorunları dile getirmesi.
Çocuklarını görmek için Tokyo'ya giden çiftin etrafında dönen olayları anlatan film,değişen toplumda oluşan aile kopukluklarını,kendi anne ve babasından utandığı için etradındakilere onları farklı biri olarak tanıtan evlatları ve aralarında kan bağı bile olmayan, ölen oğullarının karısının kendilerine kendi evlatlarından daha çok değer vermesini göstererek aslında kan bağının genetiksel olarak değil,verilen değerle ve emekle oluştuğunu gösteriyor.
Film boyunca bizi orada o ailenin bir bireyiymiş hissiyatını verdiği için yönetmeni tebrik etmek gerekiyor.Filmi değerli kılan en önemli unsur,o zamanlarda Japonya'da genelde samuraya filmleri yapıldığı için aile bağlarını işleyen tek film olması.Ancak Japon sinemasının beğenmediğim unsuru olan basit konuyu ağdalı ve uzatarak anlatmak bu filmdede mevcut.Her ne kadar sıkmamış olsada daha kısa sürede bitirilebilirdi.
Çocuklarını görmek için Tokyo'ya giden çiftin etrafında dönen olayları anlatan film,değişen toplumda oluşan aile kopukluklarını,kendi anne ve babasından utandığı için etradındakilere onları farklı biri olarak tanıtan evlatları ve aralarında kan bağı bile olmayan, ölen oğullarının karısının kendilerine kendi evlatlarından daha çok değer vermesini göstererek aslında kan bağının genetiksel olarak değil,verilen değerle ve emekle oluştuğunu gösteriyor.
Film boyunca bizi orada o ailenin bir bireyiymiş hissiyatını verdiği için yönetmeni tebrik etmek gerekiyor.Filmi değerli kılan en önemli unsur,o zamanlarda Japonya'da genelde samuraya filmleri yapıldığı için aile bağlarını işleyen tek film olması.Ancak Japon sinemasının beğenmediğim unsuru olan basit konuyu ağdalı ve uzatarak anlatmak bu filmdede mevcut.Her ne kadar sıkmamış olsada daha kısa sürede bitirilebilirdi.
Stranger Than Fiction
Yazarların heralde en çok istedikleri şeydir yazdıkları romanlardaki kahramanların gerçektede bir yerlerde yaşıyor olması.Zaten hep bu temenniyle yazılır,gerçekte bir yerlerde yaşıyor olduğu umut edilir.Peki böyle bir şey olsaydı gerçekte ne olurdu sorusuna cevap veriyor bu film.
Harold Crick bir roman karakteri olduğunu anladığı an hergün yaptığı rutin işleri değiştirerek yaşantısını yani kaderini değiştirmeye çalışır.Böylelikle kadere karşı koyabileceğini düşünür ve kitaplarının sonunda kahramanlarını öldürmesiyle ünlenen yazarın o hazin sonundan kurtulmaya çalışır.Filmin büyük bir bölümünde yaratıcı-kader sorgulaması yapılır.Harold hergün sabah kalktığında yaptığı işleri yapmamaya başlar.Bunu yaparken kaderini değiştirdiğini sanır aslında ama yaptığı şeylerde zaten önceden yazılmış bir senaryonun ürünüdür.Yani o farkında olmasada kaderinin belirlediği çizgide ilerler.Her insanın en büyük korkusu olan ölümden o da korkar ve ölmemek ister ama kaderi belliyken yaşamanında bir anlamı olmadığını düşünür ve bu durumu kabullenir.Ancak yaratıcısının filmin sonunda ona bir sürpriz vardır.Ve böylelikle kaderin önceden yazılmış olmasına rağmen, sonun hiçbir zaman tahmin edemeyeceğimiz türden olması fikri verilmiştir.
Komediyi dramı harmanlayan sıradışı bir senaryo olmuış.İzlerken hayatımızı şöyle bir gözden geçirmemize vesile olan bir film.Emma Thompson ve Maggie Gyllenhaal'un oyunculukları da göz dolduruyor.Yönettiği diğer filmlerle beğenimi kazanan Marc Foster bu filmdede beni yanıltmadı.Yeni filmlerinide sabırsızlıkla bekliyor olacağım.
Harold Crick bir roman karakteri olduğunu anladığı an hergün yaptığı rutin işleri değiştirerek yaşantısını yani kaderini değiştirmeye çalışır.Böylelikle kadere karşı koyabileceğini düşünür ve kitaplarının sonunda kahramanlarını öldürmesiyle ünlenen yazarın o hazin sonundan kurtulmaya çalışır.Filmin büyük bir bölümünde yaratıcı-kader sorgulaması yapılır.Harold hergün sabah kalktığında yaptığı işleri yapmamaya başlar.Bunu yaparken kaderini değiştirdiğini sanır aslında ama yaptığı şeylerde zaten önceden yazılmış bir senaryonun ürünüdür.Yani o farkında olmasada kaderinin belirlediği çizgide ilerler.Her insanın en büyük korkusu olan ölümden o da korkar ve ölmemek ister ama kaderi belliyken yaşamanında bir anlamı olmadığını düşünür ve bu durumu kabullenir.Ancak yaratıcısının filmin sonunda ona bir sürpriz vardır.Ve böylelikle kaderin önceden yazılmış olmasına rağmen, sonun hiçbir zaman tahmin edemeyeceğimiz türden olması fikri verilmiştir.
Komediyi dramı harmanlayan sıradışı bir senaryo olmuış.İzlerken hayatımızı şöyle bir gözden geçirmemize vesile olan bir film.Emma Thompson ve Maggie Gyllenhaal'un oyunculukları da göz dolduruyor.Yönettiği diğer filmlerle beğenimi kazanan Marc Foster bu filmdede beni yanıltmadı.Yeni filmlerinide sabırsızlıkla bekliyor olacağım.
26 Ağustos 2011 Cuma
Malena
Ahmet Muhip Dıranas'ın ünlü şiiri Fahriye Abla'yı birçoğumuz biliriz.Şiirde bütün mahalleyi kendine hayran bırakan bir kadından bahsedilir.Malena filmi bu şiirin sinemaya aktarılmış şekli desem çokta yanılmam zannediyorum.2. Dünya Savaşı sıralarında geçen filmimiz, savaşın çok farklı bir boyutunu,savaşa giden erlerin geride kalan eşlerinin yaşadığı sıkıntıları dile getiriyor.Bunları aktarırkende Tornatore filme yine küçük bir çocuk koymayı ihmal etmiyor.Ve onun gözüyle tüm bu olan biteni gösteriyor bizlere.
Malena, kocasının 2. Dünya Savaşı'nda ölüm haberi üzerine dul bir kadın olarak kalır.Standartların çok üzerinde bir güzelliği olduğu ve dul bir kadın olarak kalması üzerine, bütün kasaba tarafından adı hep birileriyle alınır.İftira üstüne iftira atılır,söylenen yalanlar başka yalanları doğura doğura kasabada sadece küçük çocuk Renato haricinde tüm kasabalı Malena'nın bir fahişe olduğuna inanır.İlk başlarda pazarda kötü mallar satılır Malena'ya daha sonra iş bulamaz,aç kalır ve o yola doğru sürüklenir.
Malena dış görünüş olarak herkesin ilgi odağı ve birçok erkeğin gözünde seks objesi olarak görünsede aslında kimse tarafından sevilmemektedir.Kadınlar ellerinden kocalarını alabileceği için,erkeklerde hiçbir zaman ona ulaşamayacaklarını bildikleri için sevmemektedirler.Bu olguyu bu filmdede gördükten sonra dul kalan kişilere bütün toplumlarda aynı gözle bakıldığına iyice kanaat getirdim.
2. Dünya Savaşı,bir kadının yaşadığı dramın yanı sıra bir çocuğunda yaşadığı ve ömrünün sonuna kadarda unutamadığı platonik aşkı da çok güzel yansıtmış.Çocuğun ilk başta Malena'ya aşıkken daha sonra onu sevip kollama isteği ve en sonunda ona ulaşamayacağını anlaması üzerine hayranlık duyuşunu göstererek, ergenlikten çıkıp olgunlaşmasınıda göstermiş oluyor.Hayatının bir bölümünde kendisinden yaşça büyük insanlara aşık olan her birey, çocuğun yaşadığı hissiyatı anlamakta çok zorluk çekmez.Her zaman dediğim gibi Tornatore sıradan, kasabadan dışarı çıkmamış insanları, tamamiyle çözmüş ve her filminde kendimizle özdeştirebileceğimiz karakterler koyarak filmlerini daha anlamlı kılıyor.Ennio Morricone'in yaptığı müzik ve filmin sanat yönetmenliği kusursuza yakın olmuş.Ve son olarak Monica Bellucci için söyleyebileceğim tek şey "kıymetlimiss".
Malena, kocasının 2. Dünya Savaşı'nda ölüm haberi üzerine dul bir kadın olarak kalır.Standartların çok üzerinde bir güzelliği olduğu ve dul bir kadın olarak kalması üzerine, bütün kasaba tarafından adı hep birileriyle alınır.İftira üstüne iftira atılır,söylenen yalanlar başka yalanları doğura doğura kasabada sadece küçük çocuk Renato haricinde tüm kasabalı Malena'nın bir fahişe olduğuna inanır.İlk başlarda pazarda kötü mallar satılır Malena'ya daha sonra iş bulamaz,aç kalır ve o yola doğru sürüklenir.
Malena dış görünüş olarak herkesin ilgi odağı ve birçok erkeğin gözünde seks objesi olarak görünsede aslında kimse tarafından sevilmemektedir.Kadınlar ellerinden kocalarını alabileceği için,erkeklerde hiçbir zaman ona ulaşamayacaklarını bildikleri için sevmemektedirler.Bu olguyu bu filmdede gördükten sonra dul kalan kişilere bütün toplumlarda aynı gözle bakıldığına iyice kanaat getirdim.
2. Dünya Savaşı,bir kadının yaşadığı dramın yanı sıra bir çocuğunda yaşadığı ve ömrünün sonuna kadarda unutamadığı platonik aşkı da çok güzel yansıtmış.Çocuğun ilk başta Malena'ya aşıkken daha sonra onu sevip kollama isteği ve en sonunda ona ulaşamayacağını anlaması üzerine hayranlık duyuşunu göstererek, ergenlikten çıkıp olgunlaşmasınıda göstermiş oluyor.Hayatının bir bölümünde kendisinden yaşça büyük insanlara aşık olan her birey, çocuğun yaşadığı hissiyatı anlamakta çok zorluk çekmez.Her zaman dediğim gibi Tornatore sıradan, kasabadan dışarı çıkmamış insanları, tamamiyle çözmüş ve her filminde kendimizle özdeştirebileceğimiz karakterler koyarak filmlerini daha anlamlı kılıyor.Ennio Morricone'in yaptığı müzik ve filmin sanat yönetmenliği kusursuza yakın olmuş.Ve son olarak Monica Bellucci için söyleyebileceğim tek şey "kıymetlimiss".
25 Ağustos 2011 Perşembe
Rise of the Planet of the Apes
1968 tarihinde Franklin J. Schaffner'ın yönettiği başrolünde Charlton Heston'ın yer aldığı ilk film o dönemde gerek post apokaliptik ortamı, gerekse ele aldığı ideoloji bakımından büyük bir sansasyon yaratmış,ardından da kısa bir süre içerisinde büyük bir fenomene dönüşmüş.İlk filmin başarısının ardından pekçok devam filmi,tv dizileri ve son olarak da Tim Burton'ın yönettiği 2001 tarihli ilk filmin remake versiyonu yapılmıştı.Ancak hiçbiri ilk filmin ulaştığı başarıya ulaşamamıştı.
Maymunlar Cehennemi adından da kaynaklı olarak geniş kitlelere hitap edebilecek potansiyeli olan bir film olduğu için ve dolayısıyla gişede pek kaybetmeyeceği göz önünde bulundurulduğu için her zaman paragöz yapımcıların ilgisini çeken bir proje olarak el altında hazır olarak bekletiliyor.
Bu filmden de yönetmenin pek bilinen iyi işlerde yer almaması ve ilk film dışındaki diğer filmlerin başarısızlıkları yüzünden çekine çekinede olsa yukarıdada bahsettiğim nedenlerle kendimi bir anda sinema koltuğunda filmi izlerken buldum.Bir kere baştan belirtmek gerekiyor, bu film her ne kadar kendini ilk filmde yaşanan olayların nedeni olarak görsede bağımsız bir film.Ve muhtemelen devam filmleri yapılacaktır.İlk filmin yarattığı atmosferden uzak olsada yarattığı insancıl atmosferle farklı bir hava yaratıyor ve bitene kadarda kendini izletmeyi biliyor.Filmde maymunların gelişmesi, insanların onlar üzerinde deney yaparken bir kazanın meydana getirdiği sonuca bağlanıyor.İnsanların maymunlara karşı olan acımasız ve sert tutumu seyirciyi taraf tutmada zorda bırakmıyor.Hatta filmin adı "İnsanlar Cehennemi" olsaymış hiçte yadırgamazdım.Taraflı gözlede izlemiş olsam bundan hiçte şikayetçi olmadığımı belirtmek isterim.
İlk filmden ayrı bir porte çizsede maymunların adlarının ilk filmle aynı olması ve filmin bir sahnesinde Mars'a yollanan uzay gemisinin kayboluş haberiyle ilk filme yapılan göndermeler hoş olmuş.Andy Serkis CGI teknolojisiyle hayat verdiği Ceasar rolünde oldukça başarılı ve filmin en iyi oyunculuk performansıda ondan geliyor.Gollum karakteriyle başlayan bu serüveni daha uzun yıllar süreceğe benziyor.James Franco ve Freida Pinto'nun performanslarını vasat olarak değerlendiriyorum kendi tarafımca.
Filmin finali bence zayıf olmuş ve üzerine fazla düşünülmemiş.Açıkçası ben çarpıcı bir sonuç beklerken son derece klişe bir sonla bitti."Evrim devrime dönüşüyor" sloganının hakkını veremediğini düşünüyorum.Sonuç olarak sinemanın kıt ayları olarak nitelendirilen bu aylarda vizyondaki en iyi film olduğu şüphesiz.Heleki iyi bilimkurgu görmeye muhtaç olduğumuz şu yıllarda oldukça iyi bir film olmuş ama 1968 tarihli film ayarında bir film bekliyosanız beklentileriniz düşürün.Bu daha geniş kitleye hitap edebilen ama vizyonu daha dar bir film olmuş.
Maymunlar Cehennemi adından da kaynaklı olarak geniş kitlelere hitap edebilecek potansiyeli olan bir film olduğu için ve dolayısıyla gişede pek kaybetmeyeceği göz önünde bulundurulduğu için her zaman paragöz yapımcıların ilgisini çeken bir proje olarak el altında hazır olarak bekletiliyor.
Bu filmden de yönetmenin pek bilinen iyi işlerde yer almaması ve ilk film dışındaki diğer filmlerin başarısızlıkları yüzünden çekine çekinede olsa yukarıdada bahsettiğim nedenlerle kendimi bir anda sinema koltuğunda filmi izlerken buldum.Bir kere baştan belirtmek gerekiyor, bu film her ne kadar kendini ilk filmde yaşanan olayların nedeni olarak görsede bağımsız bir film.Ve muhtemelen devam filmleri yapılacaktır.İlk filmin yarattığı atmosferden uzak olsada yarattığı insancıl atmosferle farklı bir hava yaratıyor ve bitene kadarda kendini izletmeyi biliyor.Filmde maymunların gelişmesi, insanların onlar üzerinde deney yaparken bir kazanın meydana getirdiği sonuca bağlanıyor.İnsanların maymunlara karşı olan acımasız ve sert tutumu seyirciyi taraf tutmada zorda bırakmıyor.Hatta filmin adı "İnsanlar Cehennemi" olsaymış hiçte yadırgamazdım.Taraflı gözlede izlemiş olsam bundan hiçte şikayetçi olmadığımı belirtmek isterim.
İlk filmden ayrı bir porte çizsede maymunların adlarının ilk filmle aynı olması ve filmin bir sahnesinde Mars'a yollanan uzay gemisinin kayboluş haberiyle ilk filme yapılan göndermeler hoş olmuş.Andy Serkis CGI teknolojisiyle hayat verdiği Ceasar rolünde oldukça başarılı ve filmin en iyi oyunculuk performansıda ondan geliyor.Gollum karakteriyle başlayan bu serüveni daha uzun yıllar süreceğe benziyor.James Franco ve Freida Pinto'nun performanslarını vasat olarak değerlendiriyorum kendi tarafımca.
Filmin finali bence zayıf olmuş ve üzerine fazla düşünülmemiş.Açıkçası ben çarpıcı bir sonuç beklerken son derece klişe bir sonla bitti."Evrim devrime dönüşüyor" sloganının hakkını veremediğini düşünüyorum.Sonuç olarak sinemanın kıt ayları olarak nitelendirilen bu aylarda vizyondaki en iyi film olduğu şüphesiz.Heleki iyi bilimkurgu görmeye muhtaç olduğumuz şu yıllarda oldukça iyi bir film olmuş ama 1968 tarihli film ayarında bir film bekliyosanız beklentileriniz düşürün.Bu daha geniş kitleye hitap edebilen ama vizyonu daha dar bir film olmuş.
22 Ağustos 2011 Pazartesi
Contagion
2011 yılının sonlarına doğru muhtemel oscar adayları bir bir görücüye çıkacakken ,Contagion gibi aslında oscara mı oynuyor yoksa gişe amaçlımı çekildiği pekte belli olmayan filmlerde epey vizyonu meşgul edecek gibi.Oscarda pek iş yapabileceğini düşünmesemde(teknik kategoriler hariç) gişede yönetmeninin cebini dolduracağı çok açık.Ünlü oyuncuları toplamı alışkanlığı olan yönetmen Steven Soderbergh, (Oceans serisi) o alışkanlığını bu filmdede sürdürmüş.Filmde kimler yokki?Matt Damon,Marion Cotillard,Gwyneth Paltrow,Jude Law,Kate Winslet,Laurence Fishburne.Sırf burdaki her bir oyuncunun dünya çapında milyonlarca hayranı olduğu için gişede filmin yüzü gülecektir.
Filmin konusu ise oldukça bilindik duruyor.Ölümcül bir virüs tüm dünyaya yayılıyor ve bir grup doktor bu virüsü yok etmek için mücadele ediyorlar.Bunun gibi pekçok bilindik film seyrettiğimiz için açıkçası pek cazip gelmiyor.Farklılık yaratabilecek tek şey yönetmen ve oyuncular olabilir ki fragmanda tek iyi oynayan kişinin Matt Damon olması ve Gwyneth Paltrow'un ölecek olması bu konudada fazla ümitlenmemize imkan tanımıyor.9 Eylül'de ABD'de vizyona girecek filmin ülkemizdeki vizyon tarihi henüz bellli değil.Neyse dahada fazla bu konu hakkında konuşmadan filmin fragmanıyla sizi başbaşa bırakıyorum.
Filmin konusu ise oldukça bilindik duruyor.Ölümcül bir virüs tüm dünyaya yayılıyor ve bir grup doktor bu virüsü yok etmek için mücadele ediyorlar.Bunun gibi pekçok bilindik film seyrettiğimiz için açıkçası pek cazip gelmiyor.Farklılık yaratabilecek tek şey yönetmen ve oyuncular olabilir ki fragmanda tek iyi oynayan kişinin Matt Damon olması ve Gwyneth Paltrow'un ölecek olması bu konudada fazla ümitlenmemize imkan tanımıyor.9 Eylül'de ABD'de vizyona girecek filmin ülkemizdeki vizyon tarihi henüz bellli değil.Neyse dahada fazla bu konu hakkında konuşmadan filmin fragmanıyla sizi başbaşa bırakıyorum.
About Schmidt
Alexander Payne önce Election daha sonrada Sideways gibi başarılı yapımlarla tanıma fırsatına eriştiğim bağımsız filmlerin başarılı yönetmeni.Adını ileriki yıllarda daha sık duyacağımıza inanıyorum.Bu filminde işinden yeni emekli olmuş bir adamın düştüğü boşluğu ve hayatını en baştan gözden geçirişini aktarıyor.Emekliliğin üzerinden çok geçmeden karısını kaybetmesi ve kızınında düğününün yaklaşması hayatını iyice allak bullak eder Schmidt'in.Kızının düğününe kendi karavanıyla giderken bugüne kadar yaptıklarını, benliğini sorgulama fırsatı bulur.Bu bakımdan filme bir yol filmide diyebiliriz.Çünkü yol filmlerinde asıl önemli olan bir yerden bir yere varabilmek değil kendi benliğine ulaşabilmektir.Yol boyunca kendi içiyle hesaplaşır Schmidt.Kızının niye ona karşı soğuk davrandığını,karısının niye o konuşurken sürekli lafını böldüğünü düşünür.Aslında bu tablo bize çok yabancı değil.Hayat o kadar hızlı geçiyorki bazı şeyleri farketmeye zamanımız yetmiyor.İleride yaşlandığımızda bir gün Schmidt gibi "yatağımda yatan bu yaşlı kadın da kim?" demeyeceğimiz ne malum.
Jack Nicholson "loser" rolünde oldukça başarılı.O yıl oscarı alamaması bundan önce 3 oscar sahibi olması yüzünden diye düşünüyorum.Akademi cesur davranıp 4. oscarını vermemiş.Yoksa Adrien Brody'den çok daha iyi buldum.Filmin en büyük sürprizi benim için Kathy Bates'di.Aniden soyunup jakuziye girdiği sahnede çok şaşırdığımı belirtmem gerek.O da oscara aday olmuş ancak bu performansıyla şansının olmadığıda belliydi.Yaşlılık hakkında bilgi sahibi olmak isteyen,yaşlandığında nasıl bir psikoloji içine gireceğini görmek isteyen herkesin izlemesini tavsiye ederim.
Jack Nicholson "loser" rolünde oldukça başarılı.O yıl oscarı alamaması bundan önce 3 oscar sahibi olması yüzünden diye düşünüyorum.Akademi cesur davranıp 4. oscarını vermemiş.Yoksa Adrien Brody'den çok daha iyi buldum.Filmin en büyük sürprizi benim için Kathy Bates'di.Aniden soyunup jakuziye girdiği sahnede çok şaşırdığımı belirtmem gerek.O da oscara aday olmuş ancak bu performansıyla şansının olmadığıda belliydi.Yaşlılık hakkında bilgi sahibi olmak isteyen,yaşlandığında nasıl bir psikoloji içine gireceğini görmek isteyen herkesin izlemesini tavsiye ederim.
Nuovo Cinema Paradiso
İlk blog yazımı yazarken bana uğur getireceğini düşündüğüm Cennet Sineması'yla başlamayı uygun gördüm.Sinemada her zaman doğallığı ve sadeliği sevdiğim için İtalyan sineması her zaman genel anlamda bana hitap etmiştir.Sadece İtalyan sineması diyede bunu daraltmamak gerekir.Akdeniz ülkelerinin genlerinde taşıdığı o sıcaklığı kendi sinemalarınada yansıttığını çok net görebiliyoruz.Filmlerinde oynattıkları oyuncular,yalın ve genel izleyiciye hitap eden senaryoları filmleri adına birer artı kaynağı.
Cennet Sineması da İtalyan sinemasının genel olarak taşıdığı bu minimalliğe sahip.Küçük bir kasabada geçen öykü 2. Dünya Savaş'ı sonrasına uzanıyor.Filmimizin minik kahramanı Toto,babasının savaşta ölümü ve yoksullukla birlikte zor bir çocukluk geçiriyor olsa bile, beyaz perdenin o büyüsüne ta ufak yaştan kapılmış.Elde avuçta para olmamasına rağmen her okuldan çıkışta sinemaya gide gele sinemanın projeksiyoncusu Alfredo ile tanışır ve yıllar boyu sürecek olan dostluğun temelleri atılır.Aralarında oluşan dostluk zaman ilerledikçe baba-oğul ilişkisine döner.
Bizim çağımızdakilerin göremediği ancak büyüklerimizin hep dillendirdiği eski açık hava sinemalarının tadını bu filmi izlerken alabiliyoruz.Her yaştan ve kesimden insanın filmi büyük bir merakla ve keyifle izlerken verdiği tepkiler,bir öpüşme anını gördüklerinde sinemada kopan alkış tufanı artık günümüzde yok.Sinema belki bugün daha çok gelişti,yapılandı ancak asla o eski tadı da kalmadığı aşikar.
Filmin en büyük kozlarından birisi Ennio Morricone.Filmlere yaptığı her müzik,film kadar efsaneleşmiş.Bu film için bestelediği müzik bana göre en iyi çalışması.Özellikle final sahnesini izlerken bu müziği duyunca insanın duygulanmaması elde değil. Yönetmen Giuseppe Tornatore bu final sahnesini çekerken aslında bu denli sevileceğini bilmiyormuş.Yıllar sonra insanların bunu onu her gördüğünde dile getirmesi sayesinde ne kadar iyi bir iş yaptığının farkına varmış.Bana göre de bu film için yapılmış en iyi final budur.Bundan daha iyisini yapamazdı.Benim bugüne kadar izlediğim en iyi film olan Cennet Sineması'nı herkesin izlemesini tavsiye ederim.
Cennet Sineması da İtalyan sinemasının genel olarak taşıdığı bu minimalliğe sahip.Küçük bir kasabada geçen öykü 2. Dünya Savaş'ı sonrasına uzanıyor.Filmimizin minik kahramanı Toto,babasının savaşta ölümü ve yoksullukla birlikte zor bir çocukluk geçiriyor olsa bile, beyaz perdenin o büyüsüne ta ufak yaştan kapılmış.Elde avuçta para olmamasına rağmen her okuldan çıkışta sinemaya gide gele sinemanın projeksiyoncusu Alfredo ile tanışır ve yıllar boyu sürecek olan dostluğun temelleri atılır.Aralarında oluşan dostluk zaman ilerledikçe baba-oğul ilişkisine döner.
Bizim çağımızdakilerin göremediği ancak büyüklerimizin hep dillendirdiği eski açık hava sinemalarının tadını bu filmi izlerken alabiliyoruz.Her yaştan ve kesimden insanın filmi büyük bir merakla ve keyifle izlerken verdiği tepkiler,bir öpüşme anını gördüklerinde sinemada kopan alkış tufanı artık günümüzde yok.Sinema belki bugün daha çok gelişti,yapılandı ancak asla o eski tadı da kalmadığı aşikar.
Filmin en büyük kozlarından birisi Ennio Morricone.Filmlere yaptığı her müzik,film kadar efsaneleşmiş.Bu film için bestelediği müzik bana göre en iyi çalışması.Özellikle final sahnesini izlerken bu müziği duyunca insanın duygulanmaması elde değil. Yönetmen Giuseppe Tornatore bu final sahnesini çekerken aslında bu denli sevileceğini bilmiyormuş.Yıllar sonra insanların bunu onu her gördüğünde dile getirmesi sayesinde ne kadar iyi bir iş yaptığının farkına varmış.Bana göre de bu film için yapılmış en iyi final budur.Bundan daha iyisini yapamazdı.Benim bugüne kadar izlediğim en iyi film olan Cennet Sineması'nı herkesin izlemesini tavsiye ederim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)