3 Aralık 2011 Cumartesi

Oscar Adayları Tahminlerim:En İyi Kadın Oyuncu


26 Şubat gecesi dağıtılacak Oscar ödülleri için artık tahminler yürütmemizin zamanı geldi de geçiyor bile.Hele ki Altın Küre adaylarının açıklanmasına 2 haftadan az bir süre kalmışken.İlk önce kadın oyuncu adaylarından başlamak istedim.Geçen sene film yapım aşamasındayken yansıyan fotoğraflar sayesinde Black Swan'la Natalie Portman'ın Oscar'ı alacağını tahmin etmiştim.Bunda tabiki kalitesine sonuna kadar güvendiğim Darren Aronofsky'nin payı büyük.Portman'a en yakın isim Annette Bening olmuştu ancak herkes Portman'ın alacağını aylar öncesinden biliyordu.Bu sene ise işler çok karışık.Eleştirmenlerin hiçbiri bir aday üzerinde kesin alacak diyemiyor çünkü her adayın iddiası var.Gözlemlerin ve eleştirmenlerin fikirleri doğrultusunda oluşturduğum 5 kişilik tahmin listem ise şöyle:

1-Viola Davis-The Help
 The Help filmini izlediğimden beri Viola Davis'in performansı aklımdan çıkmıyor.Filmin anlatım dilinin yumuşaklığı,konunun hassasiyeti de bunu körüklüyor tabi ki ama gerçek olan birşey varsa taraflı ya da tarafsız Viola Davis'in bu filmde çok iyi oynadığı.Eleştirmenler de filmi çok destekliyor.Böyle bir performansla da mutlaka aday olacaktır.

2-Meryl Streep-The Iron Lady
Geçen sene Natalie Portman için dediğim, filmdeki ilk fotoğraflarının basına çıkmasıyla oscarı alacağı garantisini ilk başta Meryl Streep için de düşündüm.Hatta uzun yıllardır Oscar alamaması ve Margaret Thatcher gibi birini canlandıracak olması hep bir avantaj.Ancak Viola Davis'in çok beğenilmesi(hakikaten de öyle) ve filminin pek beğenilmemesi bir dezavantaj olarak görünüyor.Am onun adı Meryl Streep ve her daim en sevdiğim kadın oyunculardan.Bu yüzden Oscar adaylığı cepte diyorum.

3-Michelle Williams-My Week With Marilyn
Ünlü isimleri canlandırmak ne kadar önemli ve ödül bazında ödüle yaklaştıran bir faktör gibi gözükse de bazen de ters tepebiliyor.Canlandırdığı karakterin altında ezilebiliyor da insan.Michelle Williams kariyerine bağımsız filmlerle devam ederken ilk defa böyle büyük prodüksiyonlu işe girişiyor sanırım.Marilyn Monroe gibi bir oyuncuyu canlandırmakla büyük bir cesaret örneği gösterse de rolünün hakkını verebilecek mi merak içersindeyim.Fragmanında gördüğüm kadarıyla başarılı,eleştirmenler de performansını övüyorlar ama yinede temkinli olmak lazım.

4-Charlize Theron-Young Adult
Hazırladığım listede şimdiye kadar Oscar almış sadece 2 oyuncu var.Biri Meryl Streep di diğeri de Charlize Theron.Monster filmine kadar belki de kimse Charlize Theron'u önemsemiyordu.Ancak o filminde öyle bir oyunculuk sergilemişti ki herkesi şaşkınlığa uğrattı.Ve o sene alınmadık ödül bırakmadı.Ve bu sene sahalara tekrardan geri dönüyor diyebiliriz.Şimdiye kadar sadece küçük bir zümreye ön gösterim yapıldı.Ancak izleyenler hem filmi hem Theron'un performansını beğendiler.Yönetmende Jason Reitman olunca Akademi'nin radarına takılmak kaçınılmaz oluyor.Ayrıca her sene dram filmlerindeki performanslar ödüllemndirildiği için birazcık değişik birşeyler görmeyi herkes isteyecektir.

5-Glenn Close-Albert Nobbs
Kimlik sorunu yaşayan kişilerin filmlerinden o kadar çok bıktım ki anlatamam.Artık her sene bu tip filmlere sıkça rastlıyoruz.Bunların içinden gerçekten iyi olanlar var ama daha izlememe rağmen Albert Nobbs'un bnlardan biri olduğuna inanmıyorum.Glenn Close 5 kere Oscar'a aday gösterildi.Kariyeri başarılarla dolu ama bu filmini daha izlemeden bende bir antipati oluşturdu ki bunun kırlabilmesi için filmde gerçekten iyi bir oyunculuk sergilemesi gerekecek sanırım.Eleştirmenler filmi beğenmemesine rağmen Close'un performansını beğenmişler.O nedenle listeme aldım ama kişisel bir lsitemde yer alamazdı sanırım.

5 kişilik aday listemin dışıda ama aday olma şansı olanlar ise;
 Rooney Mara-The Girl With The Dragon Tattoo
  Aradan bir sene anca geçmişken tekrar aynı filmi izlemek ne kadar keyif verecek bilmiyorum ama Fincher'a da güveniyorum.Rooney Mara'nın canlandıracağı karakterde ödülleri toplayabilir eleştirmenler birliklerinden.Ama Akademi böyle bir karakteri aday edebilecek mi bilmiyorum ama geçen sene Natalie Portman'ın canlandırdığı karakterde karanlık olduğu için neden olmasın.

Tilda Swinton-We Need To Talk About Kevin
 Bu yılın en merak ettiğim filmlerinden biri.Tam istediğim türde ve Tilda Swinton gibi beğendiğim bir oyuncuyu da bu filmde görmek beni heyecanlandırıyor.Çeşitli festivallerden ve ödül törenlerinden Swinton ödül alsa da yapımcı şirket herhangi bir reklam kampanyası başlatmadı.Bu da onun için iyi birşey değil.Çünkü hepimiz biliyoruz ki reklam herşey.

Elizabeth Olsen-Martha Marcy May Marlene
Farklı hikayerlere hele ki böyle aykırı tarikatların anlatıldığı hikayelere hiç alışık değil Akademi.Önce bunu söylemekte yarar var.Ki bu hem filmin hem de Olsen'ın şansını azaltıyor.Reklamı da yapımcı şirket tarafından yapılmasına rağmen Oscar'a Olsen'ın aday olabileceğini sanmıyorum çünkü performansı çokta yeterli değil.İyi yanı ise filmin temposuna ayak uyduracak bir performans sergilemiş.Bu yönünü beğendim ama dediğim gibi işi çok zor. 

 

2 Aralık 2011 Cuma

Hugo

Sinema geçtiğimiz yüzyıl içerisinde o kadar çok gelişme gösterdi ki süresi birkaç dakikayı anca bulan filmlerden, uzun metrajlı sessiz filmlere oradan  renkli filmlere,günümzde ise 3 boyutlu hatta 7 boyuta kadar ulaşan filmlere kadar gitti.İlk çekilen film olan 1895 tarihli Lumiere Kardeşler'in Bir Trenin Gelişi isimli yaklaşık birkaç dakikalık filminde insanlar, tren istasyonuna gelen bir treni izlerken,bizim şuanda 5 boyutlu filmleri izlerken verdiğimiz tepkileri veriyorlarmış.O günden bugüne çok değişti.Şuanda sinema o kadar dallandı ki hepimizin pekçok alternatifi oluştu.Beklentiler de hep arttı.

Mafya filmleriyle tanıdığımız Scorsese bu filminde tamamen farklı bir konuya el atmış.Daha çıkmadan film hakkında çeşitli söylentiler çıkmıştı.Pekçok kişide Scorsese'nin hem farklı bir konuyu ele aldığı için hem de ilk 3D filmi olduğu için çok şey beklemiyordu.Ancak filmin ilk gösterimi yapıldığından bugüne kadar bütün eleştirmenlerden tam not almaya bildi.Ve herkesinde ağzını tıkamış oldu.

Filmin konusuna gelirsek, babasının ölümü üzerine yalnız kalan ve Paris'teki tren istasyonunun duvarlarının arkasında yaşayıp tren saatlerine kuran bir çocuğun hikayesi anlatılıyor.Babasından yadigar kalan tek şey kurmalı bir robot ama onunda anahtarı eksik olduğu için,babasından kendisine nasıl bir mesaj kaldığını bir türlü öğrenemiyor, filmimizde bu anahtarın bulunmasını ve babasının oğluna olan mesajını anlatıyor.

Daha filmin ilk dakikasından itibaren bu film olmuş dedim kendi kendime.Şimdiye kadar gördüğüm en iyi 3 boyutlu teknolojiye sahip film.Zaten James Cameron'da bugüne kadarki en iyi 3 boyutlu film demiş.O kadar güzel yedirilmişki filme 3 boyut ne abartı ne de sahte duruyor.Senaryosunun güzelliği de sonlara doğru anlaşılıyor.Sonunda öğrendiğimiz o mesajda, bir babanın oğlunun iyiliği için yapabileceğinin en iyi göstergesiydiAçıkçası bu tarz bir şeye bağlanacağı aklımdan geçmemişti.,İzlerken de aklıma en sevdiğim film olan Nuovo Cinema Paradiso geldi.Hem duygusal hem de sinema tarihine saygı duruşu niteliğinde bir film olmuş onun gibi.En sevdiğim yanı da bu senaryolu bir filmi 3 boyutlu olarak aktarması oldu.Yani Scorsese hem son teknolojiyi kullanırım hem de eskileri unutmam havası vermiş.Böylelikle Scorsese'ye olan sevgim bir kat daha arttı.Ayrıca filmde sanat yönetmenliği ve görüntü yönetmenliği en üst düzeyde.Ana dallarda ve özellikle yan dallarda mutlaka oscara aday olacaktır.Mutlaka sinemada izlenmesi gereken bir film olduğunu söyleyerek yazımı tamamlıyorum.

1 Aralık 2011 Perşembe

The Help-Yardımcı

O kadar uzun zaman olmuştuki bloga yazmayalı...Neyse ki kendi kişisel sorunlarımı hallettikten sonra geri döndüm ve gitmeye de hiç niyetim yok.Bu kadar süre olmadığımdan pekçok izlediğim filmi de yorumlayamadım.Ancak yavaş yavaş hepsine el atacağım.Özellikle yeni çıkan filmlerin birçoğu hakkında yorumlarımı görebilirsiniz.Oscar heyecanı da giderek artmaya başladığı için oscar şansı olabilecek hemen her filmi izleyip sizlerle görüşlerimi paylaşacağım.

90'lı yıllarda çocuk olmamdan mı yoksa gerçekten o yılların farklı bir havası olmasından mı bilmiyorum bu film beni o yıllara götürdü.Bir an derdin tasanın olmadığı,anın tadını çıkardığım yıllar geldi gözümün önüne The Help'i izlerken.Bundaki en büyük etken tabi ki filmin iç ısıtan sıcak atmosferi,karekterlerin tüm zorluklara birlikte göğüs germesi ve oyunculukların doğallığı.

The Help 60-70 yılların Amerika'sında Mississippi eyaletinde yaşanan ırkçılıkla ilgili konuları ele alıyor. Özellikle beyazların evlerinde çalışan siyahilerin uğradıkları haksızlıkları ve gördükleri mide bulandırıcı muameleri açık bir dille ve duygu sömürüsüne kaçmadan anlatıyor.Sinema tarihine bakıldığında bu konuyu ele alan pekçok filmle karşılaşabilirsiniz.Bunu diğerlerinden ayırt eden ise daha çok karakterlerin özel yaşamlarına, yani evlerinin içinde yaşananlara değinilmiş olması.Böylelikle daha detay gibi gözüken konuları öğrenip,önceden de bildiğimiz genel kanıyla birleştirip, o dönemi daha net bir şekilde kafamızda canlandırabiliyoruz.

Gelelim filmin oyunculuklarına ve Oscar şansına.Şuana kadar izlediğim filmler içersinde Oscar'a en yakın ve komple film bu oldu.Özellikle filmin uzun süresine rağmen filme çok çabuk adapte olmamı sağlayan oyunculuklarda.Özellikle Viola Davis'i Oscar'a yakın görüyorum.Tabi Meryl Streep ve diğer aktrisleri izleyemediğim için birşey diyemiyorum ama Akademi'nin Davis'i sevdiği açık.Yoksa topu topu 2 dakikalık performansı için Oscar'a aday etmezdi.Octavia Spencer'ı herkes daha çok beğenmiş ama ben o kadar beğendiğimi söyleyemeyeceğim.Ancak "Eat my shit" demesi zaten onu Oscar'a aday etmeye yetecek.Jessica Chastain ise bence Spencer'dan daha iyi.Oscar'a aday olacağını düşünüyorum şimdilik.

Genel olarak toparlayacak olursam The Help yılın en iyi işlerinden birisi.Benim gibi pekçok kişinin böyle sıcak filmlere ihtiyacı olduğunu bildiğim için tereddütsüz önerebiliyorum.Oscar zamanı gelince de adından sıkça söz ettirecek olması cabası.

30 Kasım 2011 Çarşamba

Süperstar Hem Kulağa Hem Göze Hitap Ediyor!

Müziğiyle büyüleyen Ajda Pekkan, modadaki başarısıyla da göz kamaştırmaya devam ediyor. Süperstar, bu kez Twist için hazırladığı 2011 Sonbahar/Kış Koleksiyonu ile karşımızda.

Bu özel koleksiyonun bir öncekinden farkı, internetten de satın alınabiliyor olması... Adından sıkça söz ettiren alışveriş sitesi 1V1Y.COM, Ajda Pekkan for Twist Sonbahar/Kış Koleksiyonu’nu internette modaseverlerle buluşturan tek adres olarak dikkatleri üzerine çekiyor.

1V1Y.COM, sadece Ajda Pekkan for Twist koleksiyonu ile değil, Koton, Hotiç, Derimod, Twist, Saat&Saat, Tekin Acar, Kiğılı, İpekyol, Desa, Diesel, Converse ve daha birçok ünlü markanın sezon ürünlerindeki cazip avantajlarıyla da öne çıkıyor. Ayrıca Türkiye’nin önde gelen stil editörlerince hazırlanmış, moda tutkunları için benzersiz bir rehber niteliğinde olan online dergiye de mag.1v1y.com’dan ulaşabilir, beğendiğiniz ürünleri tek bir tık’la satın alabilirsiniz.

Sınırlı sayıda üretilen Ajda Pekkan for Twist koleksiyonunun parçaları, bir öncekinden de çabuk tükeneceğe benziyor. Bu yüzden, fazla vakit kaybetmeden 1V1Y.COM’u ziyaret etmenizi öneririz.

Bir bumads advertorial içeriğidir.

6 Ekim 2011 Perşembe

Lars Von Trier'in Melankolisi

İlk dogma türünde izlediğim film Lars von Trier'e ait olduğu için kendisinin yeri bende başkadır.Yaptığı filmler ve dogma türü beni sinemasal anlamda çok geliştirdiği için kendisine olan saygım büyüktür.Bu yüzden her filmi benim için çok değerli ender yönetmenlerdendir.Zaten dünya çapında da kendisi kadar aynı konu etrafında dönüp farklı filmler çıkaran yönetmen çok azdır.Belki Woody Allen olabilir, neyse...

Melancholia, önümüzdeki yılda gerçekleşeceği iddia edilen heryerde çokça adını duyduğumuz "marduk" la alakalı.Maya takviminde 2012 de dünyanın yok olacağından bahsedilip duruluyorya işte bu film onunla alakalı.Dünya'ya doğru hızla yaklaşan Melancholia adlı gezegenin tam düğün günü gökyüzünde bunu farkeden bir kızda yarattığı etkiyi anlatıyor.

Düğünün olduğu sırada çeşitli ruh hallerine giren kızın hal ve tavırları herkesi rahatsız etmiştir.Ablası onu sakinleştirmeye çalışsa da o da bu durumdan nefret etmiştir.Ama gezegen Dünya'ya yaklaştıkça sanki sihirli bir değnek dokunmuşçasına abla ve kız kardeşin ruhları değişecektir.Bu sefer abla psikolojik açıdan düşkün,kız kardeşi ise bir hayli soğuk kanlı olacaktır.

Filmin adı aslında tam anlamıyla hem içindeki karakterleri,hem filmi hem de yönetmeni özetlemeye yetecek kadar geniş anlamlı.İlk yarısının düğünle geçmesi ve mutlu bir tablo çizmesi ancak ikinci yarısında tam anlamıyla bir dibe vuruş,hatta bu dibe vuruşu kabullenme sözkonusu.Oyuncularında ilk ve ikinci yarıdaki  ruhsal durumlarının tezatlığı bunu gösteriyor.Trier zaten tüm filmlerinde bunu yapıyor.İzleyicinin ruhuyla oynamayı çok iyi biliyor.Bana göre en iyi filmi olan Dalgaları Aşmak'ta (hala öyle) da böyleydi Dogville'de de.Hep bir çöküşe,çıkmaza doğru sürükleniyor filmleri.Sonunda belki izleyiciyi mutlu edecek şeyler yapsada, o çektirdiği ızdırabın yaralarını sarmaya yetmiyor.

Ve kadınlar...Trier bilindiği gibi kendini Tanrı, kadınları da şeytan olarak görüyor.Ve her filminde kadınların acı çekmesinden zevk alıyor.Bu filminde de gelinin düğün gecesi damadı bırakıp, çok ilgisiz biriyle ilişkiye girmesini başka türlü açıklayamayız.İzleyicinin kafasında o kadını tamamen kötü bir mahluk olarak tanımlamaya itiyor bu davranış.Belki damadın gelinin üstüne fazla düşmesi söylenebilir ama bu kesinlikle bir neden değil.

Görsel efektler,hiç bir Trier filminde olmadığı kadar etkili.Müzikleride öyle.Keşke sinemada izleseymişim dedim.Kirsten Dunst bu sene bu filmde Cannes'da "En İyi Kadın Oyuncu Ödülü"'nü de aldı.Ve kesinlikle hak etmiş.Orada verilen oyunculuk ödülleri Oscar gibi mimik ve ses tonuyla alakalı değil daha çok ruhsal anlamda role bürünüp bürünememeyle ilgili olduğundan isabetli karar olmuş.Charlotte Gainsbourg'da her zaman olduğu gibi iyiydi.

Trier'in kendini en iyi ifade edebildiği filmi olmuş bence.En iyisi olduğunu hala düşünmüyorum ama en melankoliği olduğu kesin.Kıyamet halkasının da 2. filmi ayrıca.Yönetmenin de dediği gibi kendisinin mutlu sonla bitmeyen tek filmi.Belki halkanın son  filminde, her filminin sonunda yaptığı gibi birazcık mutlululuk tomurcukları serpiştirir tekrar.

27 Eylül 2011 Salı

Drive:Stilize Çekimler Boş Senaryo

Bu sene Holywood kökenli oyuncularla çalışan yetenekli yönetmen Nicolas Winding Refn,Cannes da "En İyi Yönetmen" ödülünü alınca oldukça heyecanlanmıştım.Çünkü orada boş işlere ödül vermeyeceklerini biliyordum.İmdb sitesinde yüksek oy oranı,izleyen tüm eleştirmenlerin filme olumlu yorumları beni oldukça heycanlandırmıştı.Bir de filmin adı Drive olunca izlemeden insan Fast Five tarzı bir film mi diye tereddüte düşüyor.Öyle bir film olmamasına sevindim.

Herşeyden önce çok estetik bir film Drive.Gece çekimlerindeki o pırıltılı dünya insanı içine çekiyor.En son bu denli parıltılı bir dünyayı Casino filminde görmüştüm galiba.Yönetmenin stilize çekimlerini çok beğendim.Asansör sahnesi özellikle bir harikaydı.Ayrıca bu güzel görüntüler eşliğinde mükemmel soundtracklarda filmin güzelliğini artırıyor.

Bu kadar olumlu şeyler söyledim diye filmi beğendiğim anlaşılmasın sakın.Aksine ben filmi beğenmedim.Sinemada estetiği herşeyden üstün tutarım.Bu filmde estetik açısından çok şey vaad ediyor ama yer yer mantık sınırlarını zorlayan senaryosu ve inandırıcılıktan uzak karakterleri filmi beğenmeme mani oldu.Senaryoyu yazan her kimse ciddi derecede saçmalamış kimi yerlerde.Son model arabalarla hırsızlık yapılacak,sonra bu arabalar tüm kamuya açık alanlarda park halinde bırakılacak  ve hiçbişey olmayacak.Ayrıca bu hırsızlık yapan adam gündüzleri normal işine devam edebilecek.Biz kendi aramızda deriz ya hani Türkiye'de herşey olabilir diye.Bu filmde gördüğümüz şeylerin Türkiye'de bile olması nerdeyse imkansız.

Yönetmen çekimlere çok önem vermiş bunu kabul etmek gerekiyor ama bunun dışındaki tüm şeyleride göz ardı etmiş.Mesela karakterler.Ryan Gosling orta derecede sevdiğim bir oyuncu.Son yıllarda o kadar çok yüzünü görüyoruz ki artık cidden bıktım.Bu konuda Kate Hudson ve Cameron Diaz'la yarışabilir.Bu filmdeki karakterinin de derinine inildiğine inanmıyorum.Carey Mulligan içinde söylenecek çok bir söz yok.Her filminde dokunsan ağlayacak bir yapısı var.Ve bu iki karakter arasındaki yakınlaşmada bana çok yapmacık geldi.Bu tarz hızlı ilerleyen ilişkiler bana zaten hep yapmacık gelmiştir.

Daha çok seyirciye hitap edebilecekken yönetmen risk alıp daha farklı bir yere çekmiş filmi.Bu ve filmdeki güzel görüntüler filminin izlenebilitesini artırıyor.Ama bunların dışında ben filmde birşey göremedim.Hele ki o sonu filmden iyice soğuttu beni.Oscar da adaylıklar gelebilir.Ama yönetmenlik ve birkaç teknik kategori dışında iddialı olduğunu söyleyemem.Umarım yılın ileriki dönemlerinde çıkacak Oscar'lık filmler bende bunda olduğu gibi hayal kırıklığı yaşatmaz.

                        

26 Eylül 2011 Pazartesi

Say Anything...: Tembel Çocuk Zeki Kız

Romantik komedi filmlerinin ana yapısı zıtlıklardan oluşur.Ya iki taraftan biri diğerini sevmez,ilgi duymaz ya da başka dünyaların insanlarıdır.Ama eninde sonunda  zıt kutuplar birbirini çeker mantığından yola çıkıp,orta yolu bularak bir şekilde mutlu olurlar.Cameron Crowe'un 1989 tarihli bu ilk filmide bu unsurlara uyuyor ve türün gerekliliklerini yerine getiriyor.

John Cusack dersleriyle ilgisiz,okulla pek ilgisi olmayan,okul bitincede geleceğini düşünmeyen esas oğlanı canlandırıyor.Bu filmde ilk kez gördüğüm ve niye sinema dünyasında yükselemediğini düşündüğüm Ione Skye ise babasının kontrolünde yaşayan ve dersten başka gözü başka şey görmeyen esas kız rolünde.Hatta öyleki kendi güzelliğinin bile farkında değil.

Her iki karakterde de kendimden bişeyler gördüğümü söyleyebilirim.Aile baskısı ve zaman zaman ideallerden uzaklaşmak benim de yaşadığım sorunlar.Film bunlar üzerinde duruyor ama söylemek istediği en önemli şey,ne kadar üstün olursak olalım asıl önemli şeyin farkındalık olduğunu ve eksik olan şeylerimizi görmemiz gerektiğini söylüyor.Kızın eksikliği kendine değer veren bir erkeğin olmayışı,erkeğin eksikliği ise ideallerinin,bir amacının olmayışıydı.Aklıma gelmişken söyleyeyim bu filmde John Cusack'ın kızın kapısında elinde radyoyla serenad yapması zamanla bir ikon haline gelmiş.

Nerde ne olacağını tahmin ettiğimiz bir film olsada romantik-komedi türünde birçok filmden çok daha başarılı olduğunu söyleyebiliriz.Heleki şimdiki cinsel içerikli sözde romantik komedileri görünce insanın böyle filmlere tapası geliyor.Yönetmenin ilk filmi olduğunu göz önüne alırsak,ve ileride Almost Famous gibi başyapıt düzeyinde bir film çektiğini düşünürsek,nerden nereye geldiğini görmek açısından bile izlenir.

          
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...